Volga, Avrupa’da doğar, Asya’ ya dökülür; bütün Asya’yı besleyecek kadar güçlü, bütün Asya’yı yutacak kadar öfkelidir. Yatağı kendisine dar gelen bir ırmaktır. Yatak, Volga’nın hırçın suları altında evladına ah u vah eden bir anne gibi mahcup ve sadıktır; Volga sükûnete erdiği, yatağına kurulduğu yerlerde boynunu büker, suyunu eksiltir.
Üzerinde, bir tarih yazılmıştır Volga’nın. Göçlerle kurulan bir medeniyete geçit vermiş, medeniyetler korumuş; bazen keskin bir kılıç, bazen sağlam bir kalkan gibi arz- ı endam etmiştir tarihin yüzünde.
O ne Nil kadar böbürlenmeyi bilir, ne de Ganj gibi ululanmayı… Büyüklüğünü kendi heybetinden alır. Heybeti bir apolet gibi yüzünde akar.
Rus, Tatar, Başkırt, Kazak… bütün bir Asyalı Volga’yı bilir. Bir Rus ressamın fırçasında Volga, gri bir nehir olur akar. Etrafı sazlıktır ve sazlıklar yaban ördeği doludur. Bir Tatar gencinin gönlünde Volga bir sevda hazinesidir. Gelinlik kız kardeşi Mehru, Volga’ya sevdalanmış olmalıdır ki, evlendiği gün Volga’nın kollarında ölmüştür. Bir Başkırt nine için Volga, çocukların kanına susamış katil bir nehirdir. Oğlu Togay, Volga’nın gümüş pullu balıkları için evden ayrılmış ve o katil nehir içinde yitmiştir. Bir Kazak delikanlı için Volga, soy bir aygırdır Asya çöllerinde coşan. Boz rengi şavkıyınca daha da coşan soy bir aygır. Hiçbir aygır, Volga kadar uzun mesafe katedemez.
Volga, şairlere ilhamdır, yazarlara konu… Puşkin, Volga’nın sularından matarasını doldurmuştur. Abay, Volga sularında taze kımız tadı almıştır. Lermantov, Volga’nın suyunu tattıktan sonra bir daha durulmamıştır. Aytmatov, Kırgız bozkırlarında Volga’nın serinliğini almıştır.
Nevruz günü Asyalı halklar bir baştan bir başa Volga’nın etrafında ateşler yakarlar ve Volga, Ruslar’ın deyimi ile “bir kız” gibi, bir gelinlik kız gibi çayda çıra oynar.
Gümüş bir balıkla, pinti bir martının hikayesi Volga’da bir destan gibi anlatılır. Ne gül ile bülbülün aşkı ne de Kerem ile Aslı’nın aşkı… varsa yoksa, gümüş balıkla, pinti martının aşkı. Fakat Volga ketum bir nehir. Şimdiki çocuklar bu aşkı bilmezler. Atalarının pervasızlıklarının bedelini, çocukları ödemişlerdir, bu aşkı bilmemekle, unutmakla.
Volga, Tataristan’dan geçerken toprağa adeta bin yıllık hasretle dokunmuştur. Tatar topraklarında Volga’nın bir buketi gibi iç içe, rengârenk bir öbek çiçeği vardır. Efsane bu ya, kim bu öbek çiçeği kopardıktan sonra kurutmadan kırk gün evinde saklarsa o eve ne dert girer ne de bela. O, çiçekler kundaktaki bebeklerden daha narin, daha sevilesi çiçeklerdir.
Yolu Volga’ya düşen bir gezgin bu nehrin lânetinden korktu. Bir sevdayı dindirir gibi eğildi ve Volga’yı öptü. Aklına Nergis’in hikâyesi geldi ve korkuyla gerisin geri çekildi. Çantasından bir kitap çıkardı ve kendisini taşıyan botun üstünde Volga’ya, “İnsan Ne ile Yaşar” kitabından ilk hikâyeyi okudu. Volga, derin bir huşu içinde bu hikâyeyi dinledi. İçindeki kini, öfkeyi, bu yalancı dünyanın gelip geçiciliğini siyah bir yılanın gömlek değiştirmesi gibi değiştirdi ve beyaz bir gömlek giydi. Ne sancılı bir gömlek değiştirmeydi! Günlerce Volga’nın Hazar’a gark olduğu yerde simsiyah bir su aktı. Barbar kavimlerin, Volga’ya bıraktıkları bütün kötü duygular Hazar’da yok olup gitti. Volga, coşmuştu, gezgin elindeki kitabı korkuyla çantasına yerleştirdi aklına Anton Çehov’un “Vişne Bahçesi” adlı eserinden, “Git, Volga’ya git… Volga, acı çekenlerin sesleri ile dolu.” cümlesi geldi. Canından endişe etmişti. Gezgin, kitabını yerleştirirken bottaki hasır şapkalı Tatar balıkçı, Rusça, kimi okuduğunu sordu. Gezgin, ‘Lev Nikolayeviç Tolstoy’ dedi. Tatar balıkçı, hasır şapkasını çıkardı ve sağ elinin tersi ile alnındaki kirli teri sildikten sonra, “Tolstoy mu”, dedi, “O Tolstoy ki, bütün bir dönemin kahrını çekmiştir; bütün bir coğrafyada Volga gibi yalnızdı, bazen coşkun, bazen dingin bir şekilde akmıştır. Her milletten insan Tolstoy’u bilir ve ondan hikâyeler anlatırlar. Tolstoy’u tanımak isteyen önce Volga’yı bilmeli, Volga bilinmeden Tolstoy tanınmaz. Bazı varlıkların kaderi benzerdir. Tolstoy’un kaderi Volga’nın kaderine benzer. İkisi de doğdukları yere yabancılaşır, doğdukları yerden uzaklarda, çok uzaklarda ölürler.
Dünyanın en önemli romancılarından biri olmuş, ünü ülkesini çoktan aşmıştı. O, ise edebiyattan kazandığı üne sert bir tekme savurmuştu. Savaş ve Barış’ı, Anna Karenina’yı, Kroyçer Sonat’ı Elinin tersiyle itmiş; sanatı, “mukaddes olanla savaşan bir savaşçı” olarak nitelendirmişti. Belki onun hayatındaki kadar keskin virajlı başka hayat yoktur; buna rağmen o bütün bu virajları son sürat almıştı. Geride bıraktıkları onu üzdüğü gibi, sahip olamadığı değerler de onu üzüyordu. Hayatının birinci döneminde sadece iyilik ve masumiyet bayrağını elinde taşıyor, hayatının ikinci döneminde ise bu bayrağın nasıl dokunması ve nasıl taşınması gerektiği üzerine dersler veriyordu.
Yasnaya Polyana’da bir kont çocuğu olarak dünyaya gözlerini açmıştır ve oldukça varlıklı bir aile içinde, kişisel yanlışlıkları dışında, ekonomik sıkıntı çektiği bir zaman olmamıştır. Hayatının ilk döneminde ait olduğu sınıfın farkında olan ve bunun avantajlarını en iyi şekilde kullanan bir Tolstoy vardır. Hayatının ikinci döneminde ise yalın ayak, yoksul ve her türlü haktan yoksun insanları gördükçe içi burkulan, onların acısını yaşayan bir Tolstoy… Dünyanın uçuruma doğru sürüklendiği dönemde o, uçurumu çok uzaklardan fark etmiş ve çığlık çığlığa insanları eteklerinden tutmaya çalışmıştır. Dünyada birçok insan bu çığlığı duymuş; ama ailesi onun ne çığlığını duymuş ne de derdini dinlemiştir. O, bu hafakanlar içinde kıvranırken kendisine on üç çocuk veren eşi Sofya Andreyevna, adeta Tolstoy’un varlığını görmezden gelmiştir. Tolstoy, edebiyatı lanetlerken, kitaplarının telif ücretlerini eşi almaktaydı; o, insanların ölüm karşısında eşit olduklarını söylerken, eşi mensubu olduğu sınıfın fildişi kulelerinden halka yukardan bakmaktaydı. Tolstoy, mülkiyetini yoksullara dağıtarak onu Allah’tan uzaklaştıran bütün maddî fazlalıklardan kurtulmak için uğraşırken, eşi varlığına varlık eklemekle meşguldü. O bütün Rus gençliğinin bilge akıl hocası olmuşken, eşi onun bütün anlattıklarına, “maval” diye gülüp geçiyordu. Dünyanın seren direği, birdenbire çatırdamış ve Tolstoy o keskin gözleri ile direkteki çatlakları görmüştü, eşi ise elindeki balta ile bu direğe vurdukça vuruyordu. Sonunda Yasnaya Polyana’daki o ihtişamlı malikâne Tolstoy’un ruhunu kemiren farelerle dolmuştu, her gece kâbuslar görmeye başlamıştı. Malikânesinin önünde toplanan gençler Tolstoy’a makalelerinde anlattığı fikirleri pratikte de görmek istediklerini söylüyorlardı. O ise utancından insanların içine çıkamaz olmuştu, kestane rengi atına atlıyor ve güneş doğmadan kilometrelerce koşturuyordu. Uzaklara gitmek, uzaklaşmak, daha uzaklara gitmek… Geriye dönüp baktığında ise kendisini yanı başında buluyordu ve uzaklığın içinde gizli olduğunu anlıyordu.
İnsanın kendisini Allah karşısında hissettiği o acizlik içinde buluyor ve kaleminden şu satırlar dökülüyordu: Niçin yaşamalı, hayatımın ve başkalarının hayatının sebebi ne, hayatımın ve başkalarının hayatının gayesi ne, kendi içimde hissettiğim şu iyilik ve kötülük ikiliği ne anlama geliyor ve niçin var, nasıl yaşamalıyım, ölüm nedir, ölüme rağmen nasıl var olabilirim?...
“Bana inanç ver Allah’ım ve başkalarının da onu bulmasına yardımcı olmamı sağla lütfen.” Bir aralık, manastırda inziva hayatı yaşamıştı. Fakat Ortodoks inancının kendisine yetmediğini, ruhundaki yaraları sağaltmadığını anlamıştı. Zaten kilise de, onu aforoz etmişti. O, Allah’a giden yolun kilisenin karanlık ve rutubetli koridorlarından geçmediğine inanıyordu.
O, mimarı olduğu Tolstoy’dan kaçtıkça daha güçlü bir Tolstoy’la karşılaşıyor ve ruhunda daha derin acılar hissediyordu. Yoksul olmak istiyor, yazdığı kitaplardan para kazanmak istemiyordu; oysa ailesi buna izin vermiyordu. O, servetini azaltmak isterken; yakınları servetini arttırıyorlardı. Yalnız kalmak istiyordu; oysa teorisine inanmış insanlar ve gazeteciler onun yalnız kalmasına izin vermiyorlardı. O, kendisinin acizliğini, değersizliğini vurguladıkça insanlar ona ermiş muamelesi yapıyorlardı.
Günlüğündeki şu cümle onun içindeki ruh travmasını çok açık yansıtıyor: “Söyle, Leon Tolstoy, doktrininin ilkelerine göre mi yaşıyorsun? Hayır, utançtan ölüyorum ve hor görülmeyi hak ettim.” Artık kararını vermişti yaşadığı şehri, malikânesini ve kendisine azaplar veren, on üç çocuğunun annesini, eşini Sofya Andreyevna’yı terk edecekti. Yani kendi kendisini kovuyordu. “Bize hayatı öğret!” diye yazan gence daha cevap yazmadan başka bir mektupta, “…malını mülkünü dağıtma ve Allah yolunda hacca giden bir gezgin gibi yollara düşme zamanı geldiği…” yazılıydı. Kusursuzluğa ulaşmak için yola düşmesi gerektiğine artık o da inanmaya başlamıştı.
1884’te evini terk ediyordu. Yolun yarısına kadar gidebilmişti, eşi doğum sancıları çekiyordu ve eşini bu acılar içinde bırakıp gitmeyi içine sindirememişti ve geri döndü.
1887’de tekrar kaçıyor ve eşine şu mektubu bırakıyordu: “Kaçmaya karar verdim, çünkü ilk olarak, yaşım ilerledikçe bu hayat bana daha ağır geliyor ve yalnızlığı gittikçe artan bir kuvvetle özlüyorum. Önemli olan şey, altmış yaşına gelen her dindar insan gibi ben de son yılarımı Allah’a ayırmak istiyorum. Ben şimdi yetmiş yaşındayım ve hayatımla inancım arasındaki acı ve keskin uyumsuzluktan kurtulabilmek için, ruhumun olanca gücüyle, huzurun ve yalnızlığın özlemini çekiyorum.” Bu görkemli cümlelerin sahibi kaçacak gücü yolda tüketiyor ve süklüm püklüm geri dönüyor.
Son kaçışının üzerinden on üç yıl geçmiştir. Bu kez sadece evinden değil, yaşamdan da kaçmıştı. 7 Kasım 1910’da Aspatova tren istasyonunda alnı kırış kırış, güçlü ve gür sakallı bir ihtiyar zatürreeden ölüyordu. Bu ihtiyar, Tolstoy’du. 28 Ekim günü, daha güneş doğmamıştı, önceden planlandığı gibi uşaklar derin bir sessizlik içinde arabayı hazırlamış. Bu seksenini aşmış ihtiyar; bir hırsız, dikkati ve tedirginliği içinde arabaya yerleşmişti; tanınmamak için, kaba saba köylü elbiseler giyinmişti. Başına bir hayvan ölüsünü andıran kirli bir kasket geçirmişti; kendisini kurtuluşa götürecek trende üçüncü mevki bir kompartımana yerleşmişti. Zamanın bilinmezliği içinde sürüklenen Tolstoy, sonunda mekânın da bilinmezliği içine savruluyor ve bir ermiş edasıyla dünyanın çekilmezliğini bir bohça gibi ruhunda taşıyordu. Bütün uğraşılarına rağmen trende bir yolcu onu tanımıştı. Devletin bütün güvenlik birimleri, onun peşindeydi. Ondan hayatı öğrenmek isteyen insanlar, evini terk etmesini ona çok görüyorlardı. Tren Bulgaristan sınırına yakın Aspatova’ya varınca memur Lev Tolstoy’a geçiş izni vermemişti. Kaçarken yanına en küçük kızını da almıştı. Kız, babasının ağırlaştığını ve terlediğini görmüş ve babasının yolun sonunda olduğunu anlamıştı. Bir Germen savaşçının bedeni kadar sert ve dayanıklı olan bu beden içinde ölümü saklayan hastalığa yenik düşüyordu. Tren istasyonunda ağırlanıyor. İstasyondaki oda, Tolstoy’un vasiyetiymişçesine uğruna hayatını adadığı bir mekân gibi karşısına çıkıyordu. Yoksullar için hazırlanmış, dar ve köhne bir oda. Tolstoy, içerde can çekişirken dışarıda aslında onun kabullenmediği fakat kopamadığı ünü yine başına dert olmuştur, meraklı yüzlerce insan, ona bir mürşitmiş gibi inanan gençler ve pervasız gazeteciler bir gürültü tufanı koparmaktadırlar. Eşi Sofya Andreyevna, gözyaşları içinde Aspatova’ya kadar gelmiştir. Ölmeden önce son sözleri: “Ya mujikler! Mujikler nasıl ölür?” 28 Ekim 1910’da evini terk eden bu adam 7 Kasım 1910’da öldü.
Dünya edebiyatının en usta yazarlarından biri de hiç şüphesiz Tolstoy’dur. Ona yakın eseri dünya klasiği olarak kabul edilir. Yaşamında, kendisi ile uyuşmaz olan Tolstoy’un çektikleri kolaycı bir yaklaşımla eşi Sofya Andreyevna’ya yükleniyor. Oysa Tolstoy, ruhunun derinliklerinde uçurumlar gizleyen ve sert poyrazlarla sarsılan bir adamdır. Goethe’nin, “İnsan doğumundan getirdiği yasalardan kurtulamaz.” sözü aslında kendisine karşı vermiş olduğu savaşı en iyi şekilde anlatmaktadır.
Yolu sıla bilmiş, yolda gurbeti tatmış yaşlı bir Rus bilgenin yol serüveni, içinde hayatı da saklı bir serüven. Bir Rus dostum bana bir şeyler fısıldadı: “Tolstoy, İstanbul’a gelmek için yola çıkmıştı. Çünkü ruhunun açlığını İstanbul’da doyuracağına inanıyordu.” dedi.
Volga’ya yolunuz düşerse suya iyi bakın eğilin Tolstoy’u sorun, inanın size ondan bahsedecektir. Yol bitmiyor, yolculuk özlemleri dinmiyor.
Mehmet Öztunç